RSS
Kısa İyidir taşındı!! Bir süredir blog olarak devam ettiğimiz çalışmalarımıza artık www.kisaiyidir.net adresinde daha geniş içerikli bir portal olarak devam ediyoruz. Orada görüşmek üzere!!

Steampunk Dosyası



Dersler bölümü için tamamen başka planlarım varken  Ahnectha filmini bloga eklemek istemle birlikte bir steampunk yazısının da derlser bölümüne girmesi şart oldu. Bu konuda da Kutlukhan Kutlu gibi oldukça geniş kapsamlı bir araştırma yapmış ve güzel bir yazı yazmış biri varken bu alandaki kısıtlı bilgimle birşeyler yapmam çok büyük bir hata olurdu. Neyse ki Kutlukhan Kutlu yazıyı blogta yayınlamam için izin verdi de ben de bu hatanın sorumluluğundan kurtuldum. Kendisine tekrar buradan teşekkür ederim. Yeri gelmişken söyleyeyim blogta işler biraz yavaş ilerliyor şimdilik çünkü bu blogta yönetmenin ya da yazarının izni olmadan hiçbir film ya da yazı yer almadı, alamaz. Lafı fazla uzatmadan buyrun yazıya. 

Heval.

Aşağıda okuyacağınız yazı Kutlukhan Kutlu tarafından yazılmış, kendisinden alınan izinle yayınlanmıştır.  
Sinema Dergisi, Şubat 2004

BİLİMKURGUNUN ÇOCUKLUK DÜŞLERİ

Bilimkurgu bugünkü aklıyla çocukluğuna döndüğünde ne olur? Sokakları ve semaları buharla kaplı, devasa yapıların ve makinelerin dört bir yanda yükseldiği, günümüz araçlarının geçmişe uyarlanmış suretlerinin etrafta gezindiği bir dünya ortaya çıkar. Yani hiçbir zaman varolmamış bir geçmiş. Steampunk adındaki bu buhar çılgınlığı, aşağı yukarı yirmi yıldır (yazının yazıldığı günden bugüne geçen zamanı da eklersek otuz yıl oldu) kendine yol yapıyordu; türün klasikleri arasında sayılan "The Leauge of Extraordinary Gentlemen" adlı çizgi romanın sinema uyarlamasıyla, beyazperde üzerinde de kolonyel emelleri olduğunu iyiden iyiye açık etti. 

Bir bilimkurgu öyküsünün, geçtiği günü değil, yazıldığı günü anlattığını söyleyen o tanıdık fikir zihninize ne kadar kaznırsa kazınsın, geleceğe dair düşleri gerçekleşenler / gerçekleşmeyenler diye ayırmadan edemiyoruz. Yerine gelmemiş vaatleri, hayal dünyamızın en azından bir bölümünün "bugün"e uzak düşmesine sebep olmuş o antika düşleri tasnif etmeden yapamıyoruz. 

Yitik gelecekler
Üçüncü binyılın şafağında kendimizi göbeğinde bulduğumuz o müthiş "gözden geçirme" hummasından, bu antik düşler de payını ziyadesiyle almıştı. Jetgiller'deki gibi robotların günlük yaşamın bir parçası haline gelmesi; Asimov romanlarındaki gibi insanoğlunun evrenin (en azından kendi güneş sisteminin) uzak köşelere yayılması; Uzay Yolu'ndaki gibi tüm hastalıkları teşhis eden minik cihazlara ve 19. yüzyıl kurmacasında sıkça rastladığımız her derde deva süper-iksirlere kavuşulması; Blade Runner'dakine benzer uçan arabalarda seyahat edilmesi gibi eskinin çocukluk hayallerinin hala gerçekleşmemiş olmasından dolayı duyulan o masum hayalkırıklığı da epey sohbet ve yazı konusu olmuştu. 

Gökyüzünde metal kuş sürüleri gibi gezinen yüz binlerce uçan araçla ve basit fiziksel işleri tamamen devralmış makine-insanlarıyla, anti-yerçekimi cihazları ve zaman makineleriyle, görünmezlik iksirleriyle ve ışınlama kabinleriyle koskoca bir gelecek tasarımı, şimdi eskisinden de uzak görünüyor; "esir" denen tözle kaplı fezaya yelken açmış uzay gemileri ise "imkansız gelecekler" başlığı altındaki yerini alıp, bir tür nostalji kaynağına dönüştü. Bilimin bize neyin muhtemel olduğu, neyin sınırları zorladığı konusunda söyledikleriyle birlikte, geleceğimiz de değişti, "gelecek" fikriyle en çok haşır neşir olan bilim kurgu da. Şimdi klonlarla, yapay zekayla, simülasyonun gerçekten ayırt edilemediği bir dünyayla örülü gelecek tasarımlarımız. Günlük hayatıyla ve bilimkurgusuyla, halen bu nispeten yen paranoya ikliminin sersemliğini yaşıyoruz. 

Back to The Future serisi, sinemada steampunk türünün öncüleri arasında sayılabilir. Deli-dahi doktoruyla ve zaman makinesiyle enteresan mekanik düzenekleriyle, türde rastlayageldiğimiz birçok özelliği bünyesinde barındırıyor bu üçleme. Serinin Vahşi Batı'da geçen üçüncü bölümü ise "Western Steampunk" denen alt-türün sinemadaki ilk temsilcilerinden.

Değişimin dayanılmaz ağırlığı
Böyle bir iklimde, antika geleceklere dair hayalkırıklığımız, düşlerin kendilerinin imkansızlığa doğru sürüklenmesi kadar, bu düşleri kurma konusundaki metanetimizi de yitirmeye başlamamızla ilgili belki de. Düş kurmak hiçbir zaman bilimkurgunun tekelinde olmadı; hatta bilimkurgunun, bir bakıma düşlerimizi bilim süzgeçinden geçirip terbye ettiği, elediği, seyrelttiği rahatlıkla söylenebilir. Öte yandan, bilimin ortaya attığı kavramlar arttıkça giderek daha fazla "hammadde"ye kavuşan bu tür, bir yandan da geleneksel karanlık ve gri bölgelerini yitiriyordu. Hareket alanı hızla ayaklarının altından kaydığından, bir bakıma kendi tarihinin oluşturduğu  birikimden, pratiğinden oluyordu. Temel çıkış noktası olan bilim sürekli değişime gebe olduğu için janr da sürekli suret değiştirme mecburiyetinde kalıyor ama her yeni adımda kısa tarihinin kalabalık kavramlar ve imgeler paketini beraberinde taşımakta daha da zorlanıyordu. 

Bilimkurgu gerçekten de genç bir janr. Aşağı yıkarı yüz yıllık bir tarihi olduğu söylenebilir. Bugün kabul ettiğimiz şekliyle 1910'lu ve 20'li yıllara, günümüzün en popüler bilimkurgu ödülü olan Hugo'ya adı verilen Hugo Gernsback'in zamanına uzandığı söylenebilir. Yani adının konduğu zamana (Gernsback'in kendi tercih ettiği "bilimselkurgu" -scientifiction- terimi pek tutmamış, hızla unutulmuş terimler evrenindeki yerini almıştır). Jules Verne ve H.G. Wells'in zamanına uzanıp "bilimsel romans" çağına vardığınızda ise, janrın tarihi yüz yılı biraz geçiyor. Bu kısa sürede bilimkurgu tamamen bilimsel gerçekleri baz alan ve edebi açıdan pek de ilgi görmeyen ilk dönem "uzay operaları"ndan tutun, işin bilim tarafından ziyade edebi ve sosyolojik (ve felsefi) tarafına ağırlık veren ve janrın bilimsel eğlencenin ötesinde bir şeye dönüşmesinde başrolü oynayan Yeni Dalga Bilimkurgu'ya, oradan da Siberpunk'a gelinceye dek pek çok kez kendini güncelledi, kabuk üzerine kabuk değiştirdi. Artık elinde her zamankinden de çok kaynak, dahası her zamankinden çok yazar bulunduran bir tür. Ama alışagelmiş suretiyle, yüz yıl öncesinin insanları büyüleyen temel fikirlerini oluşturmak giderek güçleşiyor. "Fezaya yayılma" fikrinin eski pervasızca  cüretkarlığının, basit heyecan verciliğinin altından kalkamayacak kadar çok veri var elinde; "evrenin öbür ucuna gitme"ye yönelik her yeni fikir, yanında ister istemez 20. yüzyıl fiziğinin bu konuda bıraktığı tek açık kapı gibi görünen "kurt delikleri"ne tutunma zorunluluğunu getiriyor. Teknolojinin "küçük" fetişine kapıldığı bir atmosferde, eskinin devasa makineleri güçlükle soluk alıp veriyor. Bu yüzden çağdaş bilimkurgu, kendi yol haritasına sadık kalma çabası içinde sadece yüz yıllık fikirlere değil, yüz yıllık imgelere tutunmakta zorlanıyor. 

Şimdi, üçüncü binyılın hemen başında, Amerika Nasa için yeni bir vizyon oluşturmaya, fazlaca hantallaştığını ve durgunlaştığını düşündüğü bu kurumun yeniden insanların hayallerini yönlendiren bir mekanizma haline getirmeye çalışadursun, fantezi türü, masallara uzanan tarihinin verdiği ağırlıkla, yeniden hayal dünyamızın efendisi haline gelmiş durumda. İşin ilginç yanı, bu durum bilimkurgunun rahat bir nefes almasını ve bu düş ikliminin tadını çıkarıp, gönül rahatlığıyla kendi düşlerini görmesini mümkün kılması. 

Steampunk usulü makine-insan :Arliss Loveless
Bilimkurgunun düş görmeye gittiği yer
Bir janrın çocukluk düşleri görmesi gibi bir şey mümkünse, bilimkurgu aşağı yukarı yirmi yıldır, usul usul, bunu yapıyor. Kendi çocukluğunun masum hayal dünyasından yola çıkarak, kendine has masallar, destanlar yaratıyor. Bu masal aleminin adı steampunk.

Şehrin dört bir yanından göğe doğru yükselen dumanlar, devasa makineler, egzantrik ve korkutucu fikirlere sahip cerrahlar, buharla çalışan robotlar, uçan bisikletler, semalarda gezinen zeplinler ve balonlar... Gerçekleşmemiş bir gelecek tablosunun ya da hayalet bir geçmişinin parçaları. Adını buhar teknolojisinden alan steampunk, elektronik ve bilişim teknolojilerinin gerçekleşmediği; paranoyanın değil belirgin çizgilerle ayrılmış aydınlık/karanlık ve iyi/kötü kutuplaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünyaya geri dönüyor ve sıkça alıntılanan bir tanımlamayla "gelecek bu kadar çabuk gerçekleşmiş olmasa dünyanın nasıl bir yer olacağını" resmediyor.

Buhar teknolojisinin ve mekaniğin kendi haline bırakıldığı ve sanayi devriminin yolaçtığı ivmeyle potansiyelinin tamamını gerçekleştirdiği, alternatif bir dünya bu. Henüz verimsizlik bariyerlerine toslamamış, astronomik enerji ihtiyaçlarıyla burnu sürtmemiş, maddi imkansızlık çukuruna düşmemiş bir teknoloji coğrafyasının, görkemli makinelerinden cesaret bulan ve sınır tanımayan düşlerinin eseri. Steampunk evreninde teknolojinin bütün görkemine ve yaygınlığına rağmen bugünün teknolojisine kıyasla son derece cılız olması hiç önemli değil: henüz Einstein'la ve onu takip eden kuantum kuantum fiziğiyle tanışmamış, baştan aşağı Newtonyen ve deterministik, evrenin mekanik bir düzenek gibi baştan başa çözümlenebileceği ve herşeyin kurulmuş bir saat gibi hesaplanabileceği bu dünyada, insanoğlunun yapması gereken tek şey varolan modeli işletip yeni formüllere ulaşmak ve gerekli hesaplamaları yapmak... Hayalperestlere yer yok, ama hemen her hayal, imkan dahilinde. Bu yüzden steampunk dünyası, iki başlı bir dünya. Bir taraftan katı bilimci ve rasyonalist, bir taraftan da hayallerinin önünü açan bir imkanlar dünyası. Teknolojisinin yetersizliğine bakmadan, sınırsız hayal kurabileceğimiz bir dünya. Adeta bilimkurgunun fantezi kanadı. 


Geçmişle geleceğin bir arada yaşadığı bir bilimkurgu filmi : Dark City

Neden Steampunk
Steampunk adıyla bir akımın ortaya çıkışı, neredeyse siberpunk türünün serpilmesine koşut giden bir süreçti : 80'li yıllarda Gibson'ın öncülüğünde siberpunk bilimkurguda hatırı sayılı bir trafik yaratmış, ufuktaki yeni cesur dünyayı incelerken, bazı yazarlar geçmişi araştırıyordu. Bilindiği kadarıyla ilk kez K.W. Jeter'in şaka yollu siberpunk'a nazire yaparcasına, kendisinin de dahil olduğu bu yazarları steampunklar (Türkçe'ye birebir buhar punkları, daha serbest bir çeviriyle ise de buharcılar ya da buhar delileri biçiminde çevrilebilir) olarak tanımlamasıyla, bu eğilim bir isme sahip oldu. Bilimkurgu büyük ölçüde, kapıdaki bilişim devriminin yarattığı yepyeni ve capcanlı düşlere kendini kaptırmışken, Jeter, Stephen Baxter, Tim Powers ve James Blaylock gibileri "eski moda" düşleri yeniden canlandırıyorlardı. Bu yüzden, steampunk teriminin ilk olarak geçmişi bugünün penceresinden yeniden inşa eden bir tür alternatif tarih bilimkurgusu için kullanıldığı söylenebilir. Ama mesele bu kadar basit değil; steampunk neresinden bakarsanız bakın, tanımlanması son derece zor bir tür; ve daraltıp cebinize sokabileceğiniz gibi, genişletip her janrın üstüne yayılabilecek dev bir örtü haline de getirebiliyorsunuz. Öyle ki bu epey genç alt-tür, şimdiden kendi alt-türlerine sahip. Klasik steampunk'a Viktoryen steampunk deniliyor; gelecekte geçene Gelecekçi steampunk deniyor; Escaflowne gibi başka bir dünyada geçeneyse Fantezi steampunk. Hatta Wild Wild West gibi Vahşi Batı'da geçen öyküleri Western steampunk olarak tanımlayanlar bile var.

Tim Burton'dan Sleepy Hollow

Steampunk nedir, icap ederse ne olabilir?
80'li yıllarda belirgin bir yönelime iliştirilmiş olmasına karşın, steampunk teriminin nihai tanımını yapmak, sınırlarını net çizgilerle çizmek hayli zor. Çünkü bu kelime bir janra işaret ettiği gibi, bir estetik eğilime de işaret ediyor. Kalıplaşmış karakterleri ve olay örgüleriyle bilimkurgunun içinde kendi özel kulvarına sahip bir tür olduğu kadar, her janrın içine girip çıkabilen bir doku da aynı zamanda. Dolayısıyla küçük ama hayli hararetli bir kitle olan steampunk hayranlarının "en beğenilenler" listelerinde bir polisiyeye de, bir korku öyküsüne de, bir aşk öyküsüne de rastlayabilirsiniz. 

Böylesi bir çeşitlilikte, son yirmi yıllık dönemde türlerin giderek birbirinin içine girmesi kadar, steampunk'ın kaynaklarının da etkisi var. Aslında steampunk, bilimkurgunun çocukluğuna değil, ana rahmine dönüşü olarak da tanımlanabilir, çünkü yeni sayılabilecek bu türün kökleri bildiğimiz şekliyle bilimkurgunun doğumun öncesine, gotik romana, bilimsel romansa ve sömürgecilik döneminin keşif ve serüven öykülerine uzanıyor. Dolayısıyla da buharı hala tüten bu çorbada Jules Verne ve H.G. Wells kadar Mary Shelley ve Edgar Allan Poe'nun, Sir Arthur Conan Doyle ve Robert Louis Stevenson'ın da tuzu olduğu söylenebilir. Bir kurmaca dünyanın "steampunk çeşitlemesi"ni düşünmekten bahsedildiğinde, söz konusu dünyayı alıp mekanik teknolojiyle, buhar makineleriyle baştan başa donatmaktan ve hatta mümkünse herkesi Kraliçe Victoria dönemi İngiltere'sinin kılık kıyafeti ve adab-ı muaşeretine boğmaktan söz ediliyor. Yani, belli bir dokudan. Bu zaten, Victoria döneminin kendi klasiklerini de içine alan, hayli geniş bir çevçeve. Ama çerçeveyi daha da genişletebilirsiniz: mesela, steampunk terimini elektronik öncesi teknolojiye ağırlıklı olarak yer veren, sokaklarında gaz lambalarının yandığı hemen her dünyayı tanımlamak için kullanabilirsiniz. Kimse de çok garip bir şey yapmışsınız gibi bakmaz.

Ama bir janr olarak steampunk'ı tanımlamak gerektiğinde en kolayı, işe dar tanımla başlamak. "Çekirdek" olarak adlandırabileceğimiz bu katı steampunk tarifi, 19. yüzyılda, özellikle de İngiltere'de Kraliçe Victoria döneminde geçen bir alternatif tarih bilimkurgusu öyküsü. Sanayi devriminin oluşturduğu yeni yaşam biçiminin ve teknolojik atılımların son sürat devam ettiği, baş döndürücü değişim hızının yarattığı heyecanla ve korkuyla örülü bir dünya. Nüfusun büyük bölümünün kentlere göç ettiği zamanlar. Bir taraftan insanlar makineleştirilir, işçiler Charles Dickens kitaplarında (özellikle Hard Times'da) örneği görüldüğü üzre, "kol gücü" olarak hesaplardaki yerini alırken, bir taraftan da makinelerin beceri ve görev açısından insanın yerini almaya başladığı bir devir. Rasyonalizmin romantizmle çatıştığı, Edgar Allan Poe'nun Bilim'e adlı şiirinde dile getirdiği gibi bilimin insanların hayal dünyasını ellerinden aldığı bir devir. Bu durumda, kayıp hayal dünyalarının yerine yenilerini sunmak da, bilime döşüyor.

Kaptan Nemo'dan.


Türün öncüleri
Siberpunk türünün öncüsü kabul edilen William Gibson ile hacker kültürü üzerine en popüler incelemelerden biri olan Hacker Crackdown'un yazarı Bruce Sterling'in ortak üretimi The Difference Engine, bu tanıma en uygun örneklerinden birini teşkil ediyor. 19. yüzyılda Charles Babbage'ın tasarladığı ve "pahalı ve saçma" denerek bir kenara atılan ünlü mekanik bilgisayar Analitik Makine'nin gerçekten inşa edildiği, bunun sonucunda da bilişim devriminin Victoria Dönemi'nde yaşandığı bir alternatif tarih öyküsü. Günümüz teknolojisyle ilişkilendirmeye alıştığımız araçların mekanik çeşitlemelerinin bütün görkemleriyle boy gösterdiği, kredi kartlarının ve ışıklı reklam panolarının zamanda geriye doğru işlenerek elde edilmiş varolmayan prototiplerinin karşımıza çıktığı bir 19. yüzyıl İngiltere'si. The Difference Engine bazen ilk steampunk eserlerine örnek olarak verilir, ancak 1990'da yazılan bu romanı dar tanımıyla bile steampunk akımının öncüsü olarak göstermek pek doğru değil. Victoria çağında geçen bu çekirdek steampunk türünün asıl öncüsü, K.W. Jeter'in Morlock Night'ı olarak kabul ediliyor. H.G. Wells'in Zaman Makinesi'nin devamı niteliğindeki bu romanda, Marlock'lar zaman makinesini ele geçirip Victoria devri Londra'sına dehşet saçıyor. Jeter, 1987 tarihli Infernal Devices ile yine aynı dönemi ziyaret ediyor ve bu defa bir 19. yüzyıl bilgininin oğluna miras kalan inanılmaz icatlarının (geleceği gösteren televizyon ve dünyayı ortadan ikiye ayırabilecek makine gibi) çevresinde yeni bir Victoryen öykü kuruyordu. Edebiyat uzunca bir süre steampunk'a evsahipliği etti; Jeter'e, 1983 tarihli ve türün belki de ilk klasiği sayılabilecek olan Anubis Kapıları'nın yazarı Tim Powers'a ve 1986 tarihli, dönemin Victoria'sına sihirsel bir yan katan Homunculus'un yazarı James Blaylock'a, 90'larda Stephan Baxter da eklendi. Hatta Baxter 1995'te, Jeter'in on altı yıl önce yaptığı bir şeyi tekrarlayarak, "Zaman Makinesi"nin devamı niteliğinde -ve Jeter'inkinden çok daha büyük bir ilgi ve coşkuyla karşılanan- bir roman bile yazdı : Time Ships. Aynı yıl, Paul DiFlippo imzalı üçleme The Steampunk Trilogy ile tür kendini başlığa taşıyarak adın hafızalara kazıdı.  

İlk görsel temsiller
Edebiyat peronundan kalkan bu buharlı trene ilk atlayanlar (adet olduğu üzre), çizgi romanlar ve çizgi filmler oldu. 1985'te yayınlanan Nemesis The Warlock adlı çizgi romandaki "Britannia" adlı dünyada, steampunk görselliğinin yapıtaşlarının yerine konduğu söylenebilir. 19. yüzyıl araçlarının her çeşidinin havada gezen çeşitlemeleriyle, akla hayale gelmeyecek mekanik icatlarla dolup taşan Nemesis The Warlock'un bir yıl ardından, adı sık sık steampunk ile bağdaştırılan Laputa: Castle in The Sky adlı anime geldi. Özellikle anime Escaflowne, Nausicaa of the Valley of the Wind ve Robot Carnival gibi örneklerle, türe epey katkı sağladı. Manga'ların ve anime'lerin küçük bedenli, küçük dudaklı ve iri gözlü kızları, devasa makinelerle ve robotlarla sık sık birarada görülüyordu. Japon çizgi romanları ve çizgi filmleri steampunk estetiğini benimseyip türlü janrlarda kullanarak "fantezi steampunk" ve "gelecekte geçen steampunk" gibi çeşitlemelerin de ortaya çıkmasını sağladı. Steampunk'ın çizgi romana ve sinemaya taşınması, salt görsel doku olarak kullanılmasının da önünü açmıştı. Örneğin gelecekte geçen ve aslında tipik bir siberpunk öyküsü olan Battle Angel Alita, janr özellikleri bakımından steampunk'la pek ilişkisi olmasa da, sırf görsel eferans nedeniyle bu türü anlatmak için kullanılabilecek bir anime. Çizgi filmin dışında sinemanın bu türe kısa sürede kucak açtığını söylemek zor. Elbette Terry Gilliam hariç. Gilliam'ın Brazil'i, kağıt üzerinde steampunk'ın doğuşuyla aşağı yukarı aynı döneme denk gelmişti. George Orwell'in meşhur distopyası 1984'ün çağdaş bir uyarlaması gibi görülen 1985 tarihli bu klasikte, döneminin gidişatının aksine teknolojinin araçlarını küçültmeyip devasa ebatlara ulaştırarak, tam bir "teknolojiye boğulmuş gelecek" kabusu resmediliyordu. Evlerin her tarafından geçen devasa altyapı boruları ve sürekli ayak altında dolaşan ama nadiren dürüts çalışan tuhaf aygıtlar, "retro-fütüristik" denen ve kendine görsel çıkış noktası olarak geçmişin icatlarını alan estetik eğilimin sinemadaki en önemli modern öncülerindendi.

The City of The Lost Children
Retro-fütürizm'in Gilliam'dan sonraki kalesi, Jean-Pierre Jeunet ve Marc Caro oldu. Şarküteri ile adını duyuran ikili, The City of The Lost Children'da modern ile eskiyi harmanlayan teknoloji atmosferi ve karanlık görsel dokusuyla, türün sinema perdesinde çarpıcı estetik sonuçlara gebe olduğunu bir kez daha gösteriyordu.

Sinemada steampunk, uzunca bir süre bu aşamada takıldı kaldı ve sadece bir görsel doku olarak kullanıldı. Roger Corman'ın geçmişe, Mary Shelley, Percy Bhysse Shelley ve Lord Byron'ın dönemine giden bir bilimadamının öyküsünü anlatan Frankenstein Unbound'u dışında bu yeni janr, daha çok Victoria dönemi öykülerinin yeni uyarlamalarıyla ayakta duruyordu. (Kenneth Branagh'ın Frankenstein uyarlaması bir ölçüde Coppola'nın Dracula uyarlaması gibi)

Klasik steampunk'ın sinemada boy göstermesinin hemen eşiğinde, seyircinin gözünün bu türün görsel ve tematik referanslarına doyduğu söylenebilir. Örneğin gotik ve birçok dönemi harmanlayan görsel dokusuyla Alex Polyas'ın Dark City'si, hareket eden devasa binaları, elinde kocaman şırıngalarla insanların anılarını değiştiren tam da 19. yüzyıl işi deli doktoru ve yine Victoria çağından fırlamışa benzeyen zihingücü savaşlarıyla, türe tam anlamıyla teğet geçiyordu. Gotiğe (özellikle İngiliz Hammer stüdyosunun filmlerine) ilgisine birçok filminde tanık olabileceğiniz Tim Burton ise 1999 tarihli Sleepy Hollow'uyla türün kaynağı sayılabilecek olan dönemi ele aldı. Sihirle bilimin çatıştığı 19. yüzyıl eşiğinde tamamen rasyonalist bir kahraman, kendini tamamen doğaüstü bir vakanın ortasında buluyordu. Ichabod Crane'in yanında gezdirdiği alet çantasının içinde bardındırdığı, çeşitli kimyasal malzemeleri ve garip gereçler, görsellikte yeni bir modanın -teknoloji fetişinin- habercisi gibi görünmeleri bir yana, filmin kahramanının "aklın ve mantığın üstünlüğü"ne dair inancının görsel bir uzantısıydı adeta. Ancak filmin ortalarına doğru işin "mantıklı bir açıklaması" falan olmadığı, cinayetlerden sorumlu kişinin düpedüz başsız bir süvari olduğu ortaya çıkıyor ve en azından Tim Burton'ın filminde, sihirsellik mantıksallığa karşı muzaffer oluyordu.

Ve Steampunk beyazperdede
Tim Burton'ın filmiyle aynı yılda sinema perdeleri belki de ilk katıksız steampunk örneği olarak gösterilebilecek olan Wild Wild West gösterime girdi.  Ünlü bir Amerikan TV dizisinin uyarlaması olan filmde, genellikle Victoria dönemi İngiltere'sini mekan tutan janr, aynı dönemin Amerika'sına taşınıyordu. Will Smith ve Kevin Kline'ın iki kahramanını oynadığı, Kenneth Branagh'ın ise bedeninin alt bölümünün yerinde buharla çalışan bir tekerlekli iskemle bulunan kötü adam tipinde karşımıza çıktığı film, sinema izleyicisine steampunk'ı bütün kalıplarıyla sunuyordu. Maceraperest kahramanlar, çılgın bilimadamları, zengin ve hırslı kötü adam; buharla ve mekank prensiplerle çalışan, imkansız, devasa makineler; manyetizma ve hipnotizmaya aynı büyüleyiciliğin atfedildiği bir bilimsel hayaller iklimi... Bu bilimkurgu/ dönem komedisi çok büyük ilgi görmese de, türün sinemada önünün iyice açılması (ve steampunk'ı bilenlerin bilmeyenlere anlatması) konusunda önemli bir görev üstlendi.

China Mieville'nin yazdığı Perdido Street Staton raflarda türün son popüler romanları arasında yer edinirken, son iki yılda iki önemli steampunk filmi gösterimi girdi. Bunların ilki, adını Jeunet ve Caro ile birlikte görmeye alıştığımız Pitof'un Vidocq'uydu. Viktoryen mekanı aşağı yukarı aynı dönemin Paris'ine taşıyan film, öyküsü, temaları ve görselliği ile katıksız bir steampunk örneği olarak gösterilebilir. Sihir, metafizik ve bilimin arasındaki sınırların bulandığı, teknolojiye yönelik hayranlık ve korku hislerinin birbirine geçip çığ gibi büyüdüğü bir zamanda geçen bu polisiye dönem filmi, çok büyük ilgiyle karşılanmadıysa da, hafif gerçekdışı kokan atmosferi ve saf steampunk denebilecek estetiğiyle zihinlere yer etti.

İkinci film ise, türün bütün platformlardaki en büyük klasiklerinden biri sayılan The League of Extraordinary Gentlemen'ın sinema uyarlamasıydı. Yazar Alan Moore ve çizer Kevin O'Neill'ın eseri bu çizgi roman, 19. yüzyıl İngiltere'sinin birçok kurmaca kahramanını, İmparatorluk'un çıkarı için biraraya getiriyordu.  Jules Verne'in Kaptan Nemo'su, Bram Stoker'ın Dracula'sından Mina Murray, Robert Louis Stevenson'ın Dr. Jekyll (ve elbette Bay Hyde'ı), H.G. Wells'in görünmez adamı. Ve Alan Quartermain... Moore'un diyalogları ve O'neill'in resimleri buram buram Victoria dönemi İngilteresi kokuyordu ama bu İngiltere'de garip birşeyler vardı. Sanki dönemin yazarlarının bütün düşleri ve kabusları aynı anda, bilim başlığı altında gerçekleşmiş, kolonyel emellere ve dünyayı ele geçirme amacındaki "başka kutuplara" katık ediliyordu. Hem büyülü, hem bilimsel, hem rasyonalist hem de batıl inançlı, hem düş görmeye hem de kendini dizginlemeye çalışan bu devir, steampunk için kusursuz bir arena olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu bu çizgi romanla. Belleri sıkan daracık korselerle denizleri yaratan devasa denizaltıların, görünmez insanlarla görüntüsü sürekli değişen, bir medeni bir vahşi insanların birlikteliği, dönemin toplumsal yaşamı ve toplum psikolojisi üzerine ideal bir metafor havuzu sunmakla kalmıyor, son derece renkli ve çeşitli bir görsellik de ortaya çıkarıyordu.

Stephen Norrington'ın çizgi romandan yaptığı ve Türkiye'de Muhteşem Kahramanlar adıyla gösterilen uyarlama, topluluğa Oscar Wilde'ın Dorian Gray'ini katıyordu. Tüm steampunk hayranlarının merakla beklediği film de tıpkı Vidocq gibi görsel açıdan enteresan bulunmakla birlikte, tür açısından bir patlama yaratabilmiş gibi görünmüyor. Ve steampunk hala Yüzüklerin Efendisi'nin fantezi türü için yaptığını kendisi için yapacak olan o klasiği bekliyor. Bu arada da Steam Detectives gibi çizgi filmlerler, janrın adını bir kez daha başlığa taşıyan (ve belki biraz da bu yüzden türün hayranları arasında ufak bir kızgınlık rüzgarı estiren) Steampunk gibi çizgi romanlarla, kendine bilimkurgunun altında sarsılmaz bir konum ediniyor; yani bir bakıma kurumsallaşıyor. Belki çoğunun hiç duymadığı ya da yeni duyduğu steampunk terimi, önümüzdeki onyıl içinde dillere pelesenk olursa şaşırmayın.

1 yorum:

meriç dedi ki...

gecmıste kı sınema dergılerını kacırmıs olamnın verdıgı uzuntuyu yasarken bole yazıları yanzmıs olmaları var bu bılgılerı kacırmıs olmak benıdahada uzuyo . steampunk hakkında hıcbısey bılmıyen bı sınema tv ogrencısı olarak kendıme acırken sıze tesekkur ederım . öncelıkle kutlukhhan kutlaya ve sonra bu guzumden kacan turu gözüme sokan size heval hazal kurta tesekkur ederım .

Yorum Gönder

İzleyiciler

 
Copyright 2009 Kısa İyidir. Tüm hakları saklıdır.
Blog içerisindeki hiçbir yazı -festival ve yarışma duyuruları hariç- izin alınmadan ve kaynak gösterilemeden kullanılamaz.
by Heval Hazal Kurt